Osho Farkındalık Öyküleri
Unutkan bir profesör bir gün aniden ailesini ihmal ettiğine karar verdi, o yüzden o akşam eve gitti, karısını ve çocuklarını öptü, traş oldu, duş aldı, yemekten önce üstünü değişti ve yemek esnasında eğlenceli birkaç hikaye bile anlattı. Yemekten sonra keyifle masayı topladı, ve bulaşıkları tek başına yıkayıp durulamakta ısrar etti.
Her şeyi yerli yerine koyduktan sonra salona gittiğinde karısını gözyaşları içinde buldu. “Bugün her şey ters gitti,” diye ağlıyordu. “Elektrik süpürgesi bozuldu, oğlan top oynarken cam kırdı, kız düşüp en güzel elbisesini paraladı, şimdi de sen eve öyle sarhoş geldin ki ne yaptığını bilmiyorsun.”
Kimse ne yaptığını bilmiyor. İçmeye gerek yok. Sadece unutkansın. Bilinçsizsin – adeta kendi bilinçsizliğini kendin yaratıyor gibisin. Sanki kanına devamlı alkollü bir şeyler karışıyor gibi. Kendi içinde bazı uyuşturucular üretiyorsun. Ve aynen böyle oluyor. Farkında olmaya çalışmazsan, sarhoşluğundan kurtulmazsan, tam olarak neler olup bittiğini göremeyeceksin.
Normalde her şeyi robot gibi yapıyorsun. Araba kullanıyorsun; farkında olman gerekmiyor. Arabayı bir mekanizma gibi kullanıyorsun. Nasılsa olayı kapmışsın. Şarkı söylüyor, sigara içiyor, bin bir çeşit şey düşünüyorsun, bir yandan da bedenin arabayı kullanıyor. Yemek yiyorsun: aynen robot gibi. Yürüyorsun: aynen robot gibi. Beden işi kapmış; performansını sürdürüyor. Dikkat etmen gerekmiyor.
Ancak bir kaza olduğunda dikkat etmen gerekiyor. Bir şeyler ters gittiğinde o zaman pür dikkat kesiliyorsun. Yoksa istediğin gibi düşünmeye devam ederken istediğin yere gitmekte serbestsin. Yaptığın işe kendini vermen gerekmiyor; orada bulunmana gerek yok.
Örneğin, motordan ses geliyorsa o zaman hemen farkında olursun. Ama eğer araba güzelce gidiyorsa sen de sürmeye devam edersin. Her şey yolunda gidiyorsa yazmaya devam edersin. Beyin bir bilgisayara benzer: bir kez kuruldu mu kendi başına işlem yapar.
Hayatta daha verimli oldukça iyice bilinçsizleşirsin.
Çocuklar daha bilinçlidir. Öyle olmaları gerek, çünkü hiçbir şey bilmiyorlar. Yazı yazmaya ilk başladığın zamanları hatırlıyor musun? Her kelimeyle uğraşıyordun, ve çok dikkatli yazman gerekiyordu. Yazı yazan bir çocuğa bak. Tüm bedeni ve beyni ile kendini işine verir. Bir çift göze dönüşür. Üstelik hiç önemli olmayabilir; yazdığı belki tek bir kelimedir.
***
Sen “sevgi” adına yazıyor olabilirsin; sadece eski bir alışkanlıktır. Ne dediğinin farkında değilsindir. Tam olarak ne demek istiyorsun? Çünkü “aşk” kelimesini telaffuz etmek müthiş önem ve kutsal değer taşır. Peki sen nasıl kullanıyor veya yazıyorsun…acaba?
“Arabamı seviyorum. Evimi seviyorum,” diyen insanlar tanıyorum. Veya, “Dondurmayı çok seviyorum.” Bu insanlar kutsal bir kelimeyi kirletiyorlar. Bir kadına “seni seviyorum” dediklerinde bu fazla bir anlam taşımıyor. Aynı şeyi dondurma için de söylüyorlar. Kalplerini, farkındalıklarını, varlıklarını işin içine katmıyorlar.
Çocuklar daha fazla farkındalar. Bir çocuğu izle – enerji dolu, taptaze, açık, uyanık. Ama biz ona başka bir şey öğretiyoruz. Toplum farkındalığı istemiyor. Farkındalık bu sözde toplum için sakıncalı, çünkü toplum hasta ve bu toplum bilinçsizlikten çıkar sağlıyor.
İnsanlar farkında olurlarsa o zaman sigara endüstrisi ne olacak? Alkol üreticileri ne olacak? İnsanların cinselliğini ve cinsel arzularını sömüren sektörlere ne olacak? Peki ya politikacılar? Din adamlarına ne olacak? Hepsi varlıklarını senin bilinçsizliğine borçlular. Bilinçsiz olduğun için seni sömürebiliyorlar.
Eğer bir toplum daha uyanık olursa o toplum isyan eder; devrim geçirir. Devrim yapacağından değil, çünkü devrim yapma fikri saçmadır. Devrim, yapıp da bitirilecek bir şey değildir. Devrim bir yaşam tarzıdır; bir süreçtir. Devrim yapıp sonra da konuyu kapatamazsın. O kadar farkında yaşarsın ki devamlı isyan içinde olursun. Farkındalık bu topluma yaramaz. Bu toplumun düzeni farkında olmamak üzerine kurulu.
Şöyle bir hikaye duydum:
Ufak bir mikrop hücresi, kanserli bir hücre, içinde dolaştıkları bedenin kanında bir başka kanserli hücre ile karşılaşır. Birincisi diğerine, “İyi görünmüyorsun. Hasta filan mısın?” diye sorar.
O da, “Penisiline yakalandım galiba,” der. Penisiline yakalanılmaz. Grip olursun, başka hastalıklara yakalanırsın. Ama mikrop hücrelerini düşün – onlar penisiline yakalanırlar.
Bu toplum hastalıklı. Farkındalık onu öldürür. Bu toplum insanların çoğu uyanık ve farkında olduğu takdirde ayakta kalamaz. Tehlike yaratırlar. Toplum hemen çocukları yakalar ve zihinlerini kapatır, farkındalıklarını engeller, uyuşturur – bu uyuşturucuya bu toplum okul, eğitim adını veriyor.
***
Bir hikaye okudum:
“Jones büyük, pahalı arabasını şehir dışında bir yolda durdurdu ve şaşkınlıkla etrafına bakındı. Yakınındaki bir çite dayanmış olan çiftçi yamağına seslendi, ‘Hey, sen! New York’a ne kadar yolum kaldı?’
Çiftçi yamağı biraz düşündükten sonra, ‘Bilmem,’ dedi.
‘Peki o zaman, oraya en çabuk hangi yoldan varırım?’
Yamak yine düşündü ve ‘Bilmem,’ dedi.
‘Peki baksana, bir harita bulabileceğim en yakın benzin istasyonu nerede?’
Yamak biraz daha düşündü, sonra gene, ‘Bilmem,’ dedi.
Arabadaki adam onu küçümseyerek, ‘Sen de pek bir şey bilmiyorsun yani?’ dedi.
Çiftçi yamağı, ‘Ben kaybolmadım ki,’ dedi.”
Çocuklar kaybolmamışlardır, ama biz onlara ders veririz. Ve bütün öğrettiklerimiz hayatın önünde birer engel yaratır, çünkü hayat her yönden açık, geniş zihinler ister. Ancak bu dersler dar kafalı olmayı gerektirir – konsantrasyon, dikkat, farkındalık değil.
Farkındalık aynı anda her yöne doğru akan bir zihindir. Beni dinliyorsun. Aynı zamanda sokaktan geçen kamyonun sesini dinliyorsun. Kuşları dinliyorsun. Hiçbir şey dışlanmıyor ve hiçbir şey dikkatini dağıtmıyor. Her şey birlikte varoluyor. Ben konuşmaya devam ediyorum; kuşlar rahatsız olmuyor. Kuşlar ötmeye devam ediyor; ben bundan niçin rahatsız olayım?
Ve eğer dinleyebilir, farkında olabilirsen, ikisi de aynı uyumun parçası haline gelirler.
Ama öğretim sistemi tümüyle konsantrasyona dayanır. Konsantrasyon çocuğu zehirlemekle eşdeğerdedir. Konsantrasyon onun benliğini daraltmaktır. Sadece ufak bir delik açılacak, ve diğer tüm kapılar kapanacaktır. Ufacık bir delik, sen buna konsantrasyon diyorsun, açık kalacak, ve bu uçsuz bucaksız gökyüzü kapanacak…tüm kapı ve pencereler kapanacak.
Anahtar deliğinin dibine oturup oradan bak – konsantrasyon budur işte.
***
Ne oluyor? Üniversiteden çıktığı zaman neredeyse felç halinde oluyor. Yirmi yıl boyunca devamlı konsantre olmaya zorlanmak… Ve toplum bu konsantrasyonu pek önemsiyor. Sonra bir de sınavlar var. Başarısız olursa lanetleniyor. Başarılı olursa takdir ediliyor. Şimdi de ego oyununu oynuyoruz. Ona egoist olmayı öğretiyoruz. Onu çirkin bir yarışa sokuyoruz – başkalarına düşman olmayı öğretiyoruz. Ve ona bu toplumdaki tek değerin farkındalık değil de verimlilik olduğunu öğretiyoruz.
Şimdi anlaşılması gereken noktaya geliyoruz. Eğer daha verimli olmak istiyorsan daha az farkındalık iyidir, çünkü bir mekanizma insandan daha verimlidir. Mekanizma tekrar eder. Asla hata yapmaz, asla bozulmaz. O yüzden beyin bir makineye dönüşmelidir; düğmeye basınca cevabı alırsın. Düğmeye basınca verimlilik fışkırır.
Toplumun tüm çabası seni verimli mekanizmalara dönüştürmektir. Seni sakatlamak, yoketmek, felce uğratmak için büyük paralar harcanmaktadır. Sonra bir gün aniden her şeyi ıskaladığını fark edersin. Henüz hayatın tadına bile bakmamışsındır.
Yaşadın ama yaşadığını bir türlü söyleyemiyorsun. Sevdin ama yine de aşkı yaşadığını söyleyemiyorsun, canlısın ama canlı olmanın tadının, kokusunun neye benzediğini bir türlü dile getiremiyorsun.
Şimdiye dek adına eğitim denen şey insanlığın başına gelmiş en büyük felakettir. Ve tüm bu eğitim sisteminden vazgeçilip verimliliğe dayanmayan yepyeni bir eğitim sistemi kurulduğunda… Çünkü insanlar biraz verimsiz olsalar ne fark eder? Biraz daha canlı, ama daha az verimli olsalar ne olur? Hiçbir şey değişmez.
Eğitimi farkındalık üzerine kurarsak o zaman insanlar öldürmekte, savaşta bu kadar verimli olmazlar; memur, politikacı olarak bu kadar verimli olmazlar – ama bu iyi olur. Çünkü eğer insanlar öldürmekte beceriksiz olurlarsa, bu harika! – daha az insan ölür.
***
Sorun daha az verimlilik değil. Daha fazla farkındalık gerekiyor. Ve ben daha az verimli derken illa ki böyle olacak demiyorum. Herhangi bir şeyi denediğinde…örneğin, yürümeyi. Eğer tetikte ve farkında olursan önceki kadar hızlı yürüyemediğini hissedersin. Eğer araba kullanırken farkında olursan arabayı eskisi kadar becerikli süremediğini görürsün. Ama bu sadece başlangıçta böyledir. Birkaç gün sonra göreceksin – verimlilik geri gelir, üstelik farkındalığı harcamadan. Verimlilik ile farkındalık beraber olunca bu mükemmeldir, bunu kucaklamalısın. Yoksa hayatını neredeyse ölü gibi yaşarsın.
Bir zamanlar şöyle bir şey olmuş:
Bir adam kendini köpek sandığından aylardır psikiyatra gidiyordu. Bir gün bir dostu tedavisinin nasıl gittiğini sordu.
“Valla,” dedi hasta, “Tam olarak iyileştiğimi söyleyemem. Ama biraz yol aldım. Psikiyatrım sayesinde artık arabaların peşinden koşmuyorum.”
Eğer bilinçsiz ve robot gibi yaşamaya devam edersen en fazla bu kadar değişebilirsin. Köpek olarak kalırsın; olsa olsa arabaları kovalamaktan vazgeçersin.
Toplumun tüm mekanizması senin hep bilinçsiz kalmana uğraşır durur. Eğer bilinçsizliğin toplumun işlevini bozarsa o zaman toplum endişe duvar. O zaman sana yardımcı olmaya çalışır. Arabaları kovalamıyorsan – bu trafiği altüst edecektir – arabaların peşinden koşmuyorsan ama rüyanda kendini köpek olarak görmeye devam ediyorsan bunun bir sakıncası yoktur; toplum endişelenmez.
Toplum seninle ve beyninle ilgilenmez. Ancak toplum için bir sorun yaratırsan o zaman endişelenir. Yoksa kendini köpek sanman kabul edilebilir, gayet masum bir şeydir. Bu bir günah değildir – arabaların peşinden koşma yeter ki. Fantezilerini hayata geçirirsen suç işlemiş olursun. Ama onlar fantezi olarak kalırsa sorun yoktur; toplum endişelenmez.
Günah ve suç arasındaki fark budur. Kendini köpek sanıyorsan ama köpek değilsen bu günahtır. Günahtır çünkü insan olmayı kaçırıyorsun. Arabaları kovalarsan suça girer, çünkü trafiği altüst ediyorsun ve trafik polisi kızıyor. O zaman tedavi edilmen gerekir.
İnsanlar neredeyse delirmiş, ama toplum onlar için endişelenmiyor… deli birisi sorun çıkarmadığı sürece. Seninle tımarhanelerdeki deliler arasında nitelik farkı yok; sadece nicelik yani derece farkı var. Onlar yüz bir derece, sen de doksan dokuz derecesin. Onlar orada, sen de buradasın, ama fark büyük değil – bir iki adım daha ve sen de delirebilirsin. Ama toplum sana tolerans gösteriyor. Eğer özel hayatla sınırlıysa deliliğin kabul görüyor. İnsan içinde sergilersen o zaman sorun çıkar.
Bilinçli olmadığın takdirde deli olarak kalırsın. Deli olduğunu düşünmeyebilirsin, kimse sana delirdiğini söylemeyecektir, ama delisindir işte. Sadece bir Buda deli değildir. Sadece aydınlanmış bilinçler deli değildir. Buna ulaşılmadığı sürece her şey yitiriliyor – ve fırsat her an daha uzağa kaçıyor.
İnsanlar pek çok kez kendilerini değiştirmeye karar veriyorlar, ama bu karar da bilinçsizliklerinin bir parçası; pek işe yaramıyor. Bir ustanın, bir ustaya güvenmenin önemi de burada işte. Sen derin bir uykudasın; kendini uyandıramıyorsun. En fazla rüyanda uyanık olduğunu görebilirsin. Güvenilir bir çalar saate ihtiyacın var. Ama çalar saat çalar saattir sonuçta. Uykunu böler, ama sen kurnazlık edebilirsin. Bir tapınakta oturduğunu ve çanların çaldığını görebilirsin rüyanda. O zaman çalar saat işe yaramaz; yardımcı olamaz.
Canlı bir çalar saate ihtiyacın var – bir usta bu işe yarar – seni kandırmayacak, seni sarsmaya devam edecek; seni uykundan sarsarak uyandıracak. Kararlarının fazla değeri yok çünkü onlar senin kararların. Onlara güvenemezsin.
Ertesi gün, işe giderken, adam arkadaşına rastladı. “Eee,” dedi arkadaşı beklenti içinde, “Seni affetti mi?”
“Hayır,” dedi, “Ama bana üç iyi fikir verdi.”
Bilinçsiz bir beyin bu şekilde düşünür. Ona güven olmaz.Bir adam arkadaşına diyordu ki, “Kararımı verdim; değişmemin vakti geldi. Asla başka bir kadına bakmayacağım artık. Bu akşam karıma itirafta bulunup beni affetmesini isteyeceğim.”
Arkadaşı, “Bunu duyduğuma sevindim. Bunun vakti geldi de geçiyor.”
O akşam karısı adamın itirafından dolayı çok incindi ve kalbine giren kadının kim olduğunu bilmek istedi. Postanedeki o sarışın mıydı yoksa?
“Hayır,” dedi adam centilmence. “Söyleyemem.”
Karısı devam etti. “Kesin yan sokakta oturan o mankendir.” Adam sessizliğini korudu. “Buldum kim olduğunu – Çin lokantasındaki esmer.”
“Kusura bakma, söyleyemem.”
“Pekala,” dedi karısı öfkeyle. “Bana kim olduğunu söylemezsen seni affetmeyeceğim.”
Ertesi gün, işe giderken, adam arkadaşına rastladı. “Eee,” dedi arkadaşı beklenti içinde, “Seni affetti mi?”
“Hayır,” dedi, “Ama bana üç iyi fikir verdi.”
Bilinçsiz bir beyin bu şekilde düşünür. Ona güven olmaz.
OSHO – “Martıları Seven Adam”